I
GRAVE
İşte dükkânın önünde bir trompet, bir bateri ve müzisyenler… Ayakkabı markasının reklam çekimi için toplanan kalabalık; kameralar, ışıklar ve aynalar… Turuncu çoraplar, yeşil trençkotlar, bohem tarzda bakışlar, analog fotoğraflar, soluk bir cadde ikindisi… Her şey tamam. İstediğim gibi. Kameralar önce şehri, sonra müzisyenleri ve en son ayakkabıları yakın planda çekiyor. Bense uzun zamandır almayı hayal ettiğim bu ayakkabıları uzaktan seyrediyorum. Bu reklamla birlikte artık benim için iyice ulaşılmaz oldular, onları almak için yeterli paraya hiçbir zaman sahip olamayacağımı biliyorum. Geçelim.
İkindi vakitlerinde cadde bir başka oluyor. Narmanlı Han’daki Caffé Nero’dan mavi bardakta cortadomu alıyorum. Avluda biriken kalabalığa girmemek için ön kapıdan çıkıp Meydan’a doğru yürüyorum. Caffé Nero. Caffé. Cortado. Corrtaado. A’yı uzatıp r’yi vurguluyorum. Olması gerektiği gibi. Bu telaffuz bana kendimi İtalya’daymışım gibi hissettiriyor. İtiraf etmeliyim, Caffé Nero’nun çizimlerini bir süre duvar kâğıdı olarak kullandım. Evet, bana İtalya’yı anımsatıyor diye. Ve evet, İtalya’ya daha evvel hiç gitmedim. Geçelim.
Aylardan nisan. Baharın çıldırtıcılığına sebep olarak mı nisanı görüyoruz? Yoksa nisan sahiden ayların en zalimi mi? En zalimi mi? Evet. Neden? Ah Eliot, senin yüzünden. Zihnimden şiirleri atamıyorum. Bu solgun şehirdeki yalnızlığımın aksine bana birileriyle ruh akrabalığım olduğunu hissettiriyor şiirler. Eliot, evet seninle de akrabayım. Ve herkesle. Bu yüzden ruhumdaki gelgitlerin sebebi de sizsiniz. Peki ben ne anlama geliyorum? Bu soruyu kendime ne zaman sorsam yol boyunca her şey silikleşiyor. Sanki her şey bir büyü haline dönüşüyor. Solgun şehrin solgun insanları! Hepiniz bir büyüden ibaretsiniz! Ben görüyorum! Uzun boylu, esmer, genç bir adam analog fotoğraf makinesinin vizöründen bana bakıyor. Evet, krem rengi Stradivarius trençkotum, bordo çoraplarım, rüzgârda uçuşan kızıl küt saçlarım, kırmızı dudaklarım, bir elimde tuttuğum Andante dergisi ve bardağı ruj lekesi olmuş cortadomla ben; bu solgun fotoğrafın baş öznesi olmayı sonuna kadar hak ediyoruz. Fonda Soft Analog’dan Boşluğun İçinde çalıyor. Hiiç oolmaamıış gibii.
II
PRESTO
Romantik buluşmalardan bugüne kadar hep kaçtım. Hele ki daha önce hiç tanışmadığım biriyle date’e çıkmak delilik değil de ne? Evet, bugün ben de o delilerdenim. Giyindim süslendim ama içimdeki huzursuzluğu daha da körükledi bu. Özellikle kırmızı ruj. Daha ruju dudaklarıma değdirdiğim anda pişman olmaya başlamıştım. Sevgili Yves Saint Lauren, hep böyle pişmanlıklar mı bahşedeceksin bana? Yaşamımız daha yeni kesişti seninle, dünya üzerindeki kadınlara kattığın zarafeti bana da katacağından şüphem yok. Fakat nasıl olacak? Herkesin beni izlediği düşüncesinden, o karın ağrısından ve ruh ürpertisinden nasıl kurtulacağım? Kurtulamayacağım, öyle değil mi? Evet, bizler, bu şehrin kadınları, zarafeti hep bir korkuyla taşıyacağız üstümüzde. Çünkü bu histen kurtuluş yok, yalnızca kötüye alışmak var. Hazin öykü. Bunu asla unutmamak kaydıyla, geçelim.
Sevgili Saint Lauren’i dudaklarıma değdirdiğim anda gelen “Acaba çok mu abartılı olacak? İlk andan heveslisi gibi!” düşünceleri zihnime hücum etti. Bu ikilemi çözse çözse yakın kız arkadaşlarım çözer düşüncesiyle hemen bir fotoğrafımı çekip kendilerine yolladım. Beni güç bela ikna ederek aldırdıkları bilmem kaç yüz liralık rujun dudaklarımda fazla abartılı durduğunu, ilk gün için daha doğal bir makyajın uygun olacağını düşündüklerini beyan ettiler ve sonuç: Elime geçen ilk peçeteyi öperek sevgili Saint Laurenimin yarısını çöpe uğurlamış oldum. Artık daha doğal ve ilk buluşma için fazlasıyla uygunum. Hazırım. Başlayabiliriz.
Saat tam 18.00’de Meydan’daki metro çıkışında buluştuk. Daha ilk andan beyefendi bir gülüşle söze girdi, hiç sıkıcı biri değilmişçesine. Teşekkürler sevgili Bülent, bu çabaların beni fazlasıyla onore etti. Aynı çabayı akşam ayrılırken de görmek isterim. Kendisi gelenek ve göreneklerimizi haiz bir beyefendi olduğundan önce yemek yemeyi teklif etti; çünkü bu memlekette kahve, yemekten sonra içilir. Mekâna girdiğim anda karnımdaki huzursuzluk hat safhaya çıktı. Ağır kokular, basık tavan, loş ışıklar ve mide bulantıları… Kendime acımaya başlıyorum.
“Kırmızı et sever misin?”
“Ah evet, bayılırım.”
Ama şimdi değil. Bu akşamki ruh akrabam Sartre’ın meşhur karakteri olacak, belli. Bakalım Saint Laurenimden ve krem rengi trençkotumdan üstüme sinen havalı kadın imajım hangi dakikada yerle bir olacak.
“Ben bir lavaboya gideyim. Hemen geliyorum.”
Basık tavanlı, et kokulu eski restoranın eksi bilmem kaçıncı katındaki pis tuvalette, klozetin tepesinde bekliyorum. Kendime acımak hiç bu kadar ağır olmamıştı.
Kahve içmek için başka mekâna geçerken bir nebze olsun ümitlendim. Temiz hava ve rüzgârın iyi geleceğini düşünerek saçlarımı savurmaya başladım. Evet, böylece kafa derime daha fazla temiz hava nüfuz ederek beynimdeki kan dolaşımımı hızlandıracak ve zihnim, sinir uçlarımdaki transmitterlar sayesinde mideme olumlu sinyaller göndererek “Korkma küçüğüm, korkma. Geçti.” diyecekti. Tam bu anda Bülent çok üşüdüğünü, üşümekten hoşlanmadığını belirterek tam bir hanım evladı olduğunu belli etti. Bu cinsiyetçi tabirim için özür dilerim ama henüz kendisine duyduğum hislere tercüman olabilecek alternatif söylemler geliştiremedim. Belki zamanla… Kafeden içeri girdik, şehrin tüm gençleri sanki buradaydı. Bu kalabalığın içinde sağlıklı bir sohbet gerçekleştirilemeyeceğini bilmeliydim. Bu âna kadar olanlar fragmandı, esas film şimdi başlıyor. Hazır mıyız?
Geçen yıl kütüphanenin önünde görmüş beni. Günlerce takip etmiş, study lounge’da çalışırken oturduğum masanın yakınına oturup seyretmiş. Umutlanmış, hayal kurmuş, üzülmüş, ağlamış. Günlüklerine sayfalarca beni yazmış. Halbuki bunlar tam da benim yapacağım şeylermiş gibi geliyor kulağa. Tuhaf.
“Seninle evleneceğime dair kendime bir söz verdim. Ne zaman olursa olsun. Bunun için beşinci kocan olmaya bile razıyım. Yalnızca bir gün sürecek bile olsa, ömrümün son günü de olsa seninle evleneceğim.”
Midemdeki kramplar gülmeye başlıyor. Hayır, kendimi tutmalıyım. Bu büyük aşkın karşısında, dağlara taşlara haykırılarak verilmiş sözlerin karşısında vakur bir biçimde durmalı, göz süzmeli, “Ah ne kadar romantiksin!” diyerek onu onurlandırmalıyım. Fakat aynı anda hem gülüp hem midem bulanırken bunu yapabilecek kadar usta bir oyucu değilim. Lavaboya gitmeliyim.
Akşamın ilerleyen saatlerine kadar devam eden bu sözde romantik saçmalıkları omuzlarım dik, boynum uzun, bakışlarım anlayışlı bir biçimde; zarafetime bir an olsun gölge düşürmeden sonuna kadar dinledim. Neden? Çünkü kendi hayatımla ilgili verilmiş kararları, kesilmiş ahkâmları dinlerken her daim başım dik ve alnım açık olmalıydım. İşte kusursuz kadınlık! Akşamın sonunda gözlerini benden kaçıran bir adam uğurladım. Hayır, benim yüzümden değil. Hayallerindeki gibi biri çıkmamışım. Dışarıdan daha alımlı görünüyormuşum ama tanışınca büyü bozulmuş. Zihninden bunları geçirdiğine adım kadar emindim. Kaçarcasına uzaklaştı yanımdan. Nihayetinde, kendi yaşantıma geri döndüm. Yıllardır süregelen ve daha kim bilir ne kadar zaman benimle birlikte olacak olan o muhteşem yalnızlığımla salep içmek üzere Kule’ye doğru adımlarımı hızlandırdım.
III
SUITE DE NUIT
Çöpler, poşetler, kusmuk kokuları… Gece tam da beklediğim gibi sürüp gidiyor. Kuledibi’nin kalabalığından kendimi sıyırıp eski bir tramvay vagonundan bozma kafeye gidiyorum. Her zaman içtiğim gibi bir salep -ki bence şehrin en iyi salebidir- istiyorum. İçinde daima dönen bir aletin bulunduğu karıştırıcıdan kâğıt bardağa dökülen, beni hiç tatmin etmeyecek boyuttaki salebi seyrediyorum.
“Tarçın?”
“Evet lütfen, bol olsun.”
Ücreti ödeyip hafif yağmurda ıslanmakta olan masalara dönüyorum. Hepsi dolu. Yan taraftaki sokak köşesine yöneliyorum. Bir sundurmanın altına sığınıp üşüyen ellerimi salebin sıcaklığıyla avutuyorum. Aslında her şey olması gerektiği kadar güzel. Eski apartmanların bodrum katlarındaki barlara girip çıkan tek tük insanlar, kimisi yalpalayan kimisi sarhoş olmasa bile omuzlarındaki yükten iki büklüm olmuş adamlar, kadınlar… Ve hepsinin arkasında, ayık iki adamın taşıdığı, saçları dağılmış, ayakları birbirine dolanan bir kadın. Söylediği belli belirsiz cümleleri anlamaya çalışıyorum.
“Tüm örtülerden sıyrılıyorum!”
“Tamam ağırlığını bana ver.”
“Tüm örtülerden sıyrılıyorum. Çırılçıplağım. İnsanlar beni neden sevmiyor?”
Yok sayılmanın hiç sevmediğim ürpertisini gecenin karanlığında, omuzlarımda hissediyorum. Boynum öne eğiliyor, başım ağırlaşıyor ve yerle bir oluyorum. Dışarıdan yıkılmaz gibi görünen o harikulade görüntüm paramparça şimdi. Oysa ne çok çabalamıştım kusursuz görünmek için. Öyle görünürsem öyle olacağıma inandım. Pahalı rujlar, trençkotlar, savrulan saçlar, ilmek ilmek kurduğum o muhteşem estetik. Çizik bir bardaktan farkım yok şimdi.
Hayır böyle olmamalı. Yeni tanıştığım biri; üstelik karşımda saçmalayan, aptalca sözler söyleyen, beğenmediğim, içimi eritmeyen, eritmeyi geçtim hiçbir telime dokunmayan, alelade bir adam, günün sonunda beni bırakıp gitti diye bu hâle gelmemeliyim. Her şeyin farkındayım, nasıl biri olmak istediğimin, neye üzülüp neye üzülmemem gerektiğinin, mutluluğun kendi elimde olduğunun ve neşemi kendi çabamla kazanmam gerektiğinin. İşte yine başlıyoruz. Yok sayılmak… İki kelime, ağır yük. Beynimin ve ruhumun arasında sıkıştım. İşte yine başlıyoruz.
Beynimin nasıl işlediğini biliyorum. İnsanın duyguları zihninin işleyişinden ve algılamasından ayrı değil. Nasıl düşünürsek ona göre hissederiz. Biliyorum. Genlerimizde taşıdığımız, bize miras düşünme kalıpları, kolektif bilinç ve doğduğumuz günden itibaren kendi kurduğumuz nöral patikalar… Üzülüyorsam zihnim yüzünden. Düşüncelerime hâkim olmalıyım. Biliyorum. Eğer onları yönlendirebilirsem hissiyatımı da değiştirebilirim. Biliyorum. Hepsini biliyorum doktor hanım. Ama bunları biliyor olmak beynime hâkim olmama ve duygularımı kontrol edebilmeme yetmiyor. Ben yaşamayı beceremiyorum. O zaman seninle hafif bir antidepresan ilaca başlamak zorundayız. Başlayalım. Ayağa kalktım. Bir iki ay ilaç içtim, iyileştim. Yok sayılmak. O iyileşmiyor işte. Yine başlıyoruz.
Nasıl davranırsam ona dönüşürüm günün sonunda. Doğru mu? Güzellik ve özgüven, her sorunun çözümü burada. Değil. Etrafta dolup taşmış çöp kutuları, barlardan yalpalayarak çıkan insanlar, sağa sola atılmış bira şişeleri, birbirine karışan müzik sesleri, neon lambalar, dur durak bilmeyen bağırış çağırış, keşmekeş, korkunç şehir kalabalığı; tüm bunların içinde yalnız olmayı hazmedemiyorum. Odama dönmek istiyorum; yine yapayalnız kalacağım, hiç kimsenin kapımı çalmayacağı, günlerce kendi kendime konuşacağım ama sıcak battaniyemin olduğu, uyuyacağım, gecelerce ve günlerce uyuyacağım, uyuyarak unutacağım, zihnimi uyuşturacağım, saatlerce ekrana bakıp bir sürü video ve dizi izleyeceğim, günlerin geçmesini yaşamak sanacağım, kendi küçük, karanlık, ruh daraltıcı ama gidecek başka bir yerim olmadığı için bana cennetmiş gibi gelen, en nihayetinde yalnızca bana ait olduğu için sevindiğim, hiçbir şeyim yoksa bile bir odam var diye avunduğum, beyaz duvarlı ve gökyüzünü bile görmeyen izbe odama… Siz odamı bilmezsiniz, her yerinde delikler vardır. Dört bir köşeden etraftaki diğer evlerin seslerini duyarım. Çatlaklardan yayılan gürültü ve huzursuzlukla yaşarım orada. Odam zihnim gibidir, çatlaklardan içeri tehditler sızar ve ben o tehditleri görmemek için sürekli zihnimi uyuturum. Battaniyemin altına girerim, tüm yastıklara sarılırım; ısınınca her şey yoluna girer ya da ben öyle sanırım.
Yağmur şiddetini artırıyor. Ayakkabılarım yavaş yavaş su alıyor. Şişhane metrosunun merdivenlerine kendimi zor atıyorum. Sol taraftaki merdivenlerden yukarı çıkan insanların bir kısmı ıslanmamak için birer birer şemsiyelerini açıyor. Aralarında tanıdık bir yüze denk geliyorum. Tekrar görmeyi çokça dilediğim bir yüz bu, beni görmüyor. Siyah kapüşonunun altında kulaklıkla müzik dinliyor; elleri ceplerinde, kumral saçları alnına düşmüş, sırtında yıllardır kullandığı lacivert çantasıyla bir anda beni heyecanlandırıp aynı zamanda içimi biraz daha acıtıyor. Ya da hayır, heyecanlanan benim, kendi içini acıtan da. Yok sayılan herkes gibi. “Hatırada kalan şey değişmez zamanla” diyerek onun tam aksi yönünde, aşağı doğru yürümeye devam ediyorum.
Bu gece de böyle bitti.
Geçelim.
6 Eylül 2021
İstanbul
POST COMMENT